http://www.yurthaberler.com/bunlari-rahatlikla-yiyebilir-miyiz-1407h.htm
Bunları rahatlıkla yiyebilir miyiz?
Yazar, şair, felsefeci, ziraatçı Dr. Lütfü Şehsuvaroğlu, tohumculuğun tarihi ve GDO tartışmaları ile ilgili çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Tohumun tarihçesini bütün detayları ile anlatan Dr. Şehsuvaroğlu, tarihteki ilk Türk devletlerinden Osmanlı'ya kadar gelen süreçte tohum, tarım ve hayvancılığın, meracılığın hangi evrelerden geçtiğini de çarpıcı örneklerle aktardı.
Yayınladığı çok sayıda kitabı ile de tanınan Şehsuvaroğlu'na ilk olarak tarım ve özellikle de tohum ile ilgli bir kitap çalışmasının bulunup bulunmadığını sorduk.
İşte Dr. Şehsuvaroğlu ile yapılan bu çarpıcı röportajın tüm ayrıntıları:
Efendim öncelikle hoş geldiniz. Tarım ve tohumla ilgili bir kitap çalışmanız var mı? Dilerseniz ilk olarak bununla başlayalım.
Tarımın tarihini yazdım, 3 cilt henüz basılmadı. Bu çerçevede tohumun tarihini hazırlıyorum.
Nedir tohum sizce?
Aslında ben hem bir edebiyatçı hem de bir ziraatçiyim. Tohum bu iki mesleğin birbirini buluşturduğu şifreli bir kelimedir. Bir şifredir, bütün kapıları açar. Tohum, daha önce Necip Fazıl'ın da yazdığı gibi bir çok kelam erbabımız Tohum dergisinde yazdı. Dolayısıyla tohum, zirai üretimin başlangıcıdır. Hayatın özüdür. Tıpkı su damlacığı gibi. Onun gibi bir zerreciktir tohum. Tolstoy'un tohum adlı bir hikayesi var, o da beni çok etkilemiştir. Tohum, hikayesinde Tolstoy binlerce yıl önce sırlamış bir tohumun, çok eski çağlardaki bir kralın sakladığı bir tohumun daha sonra kıtlıklarla baş edemeyen bir ülkede bulunmasıyla o ülkenin yeniden nasıl refaha kavuştuğunu yazar. Çok hoş bir hikayedir. Aslında her şeyin özü sudur. "Kıtaları su üstünde yarattık" diye buyrulmaktadır Kur'an'da. Yaratılış Destanı'nda da Türklerin "Hiç bir şey yokken su vardı" diye başlar. Dolayısıyla bir biri ile buluşmaktadır inanç açısından. Su her şeyin özüdür. Tohumun da özü sudur. Milattan önce, son buzul erimeleri olduğunda en son kuzeydeki buzullar eriyince gizlenmiş tohumlar, gen kaynağı, buzullar eriyip güneydeki iklimlere, coğrafyalara şifa dağıtmaya başladığında birden bire bitkisel üretim arttı. Hayvanlar ve bitkiler her yerde çoğaldılar.
Bu konuda bilinen en iyi örnek nedir?
Size bir Turan ülkesinden bahsedeyim. Alper Tunga'nın ülkesi. Maveraunnehir yani, Aral Gölü'nün olduğu yerde milattan önce 12 bin ile 25 bin arasında, yani tarım devriminin arifesinde o buzullardan çözülen sular, büyük ırmaklar halinde 3 iç denize aktı. Bunların başında Aral gelir, ikincisi Hazar, bir de Karadeniz. Karadeniz de o zaman bir tatlı su deryasıydı. Boğaz oluşmadan önce. 3 büyük iç deniz vardı. Aral çok büyükmüş. 3 Karadeniz büyüklüğünde 3 büyük iç deniz. Bereketi düşünebiliyor musunuz, Cennet gibi. Bunlara akan ırmaklar, her tarafta bitkiler, hayvanlar, bereket akıyor. Nitekim Alpertungü'nın ülkesi olan, o iki büyük nehir arasındaki bereket coğrafyasında Türklük ihtişamını yaşıyordu. Henüz keşfedilmemiş. Yeni Rus arkeologlar Almanlarla birlikte Orta Asya'da yeni kazılar yapıyorlar.
Bu güne kadar bildiklerimiz şöyleydi tarım devriminde; Filistin ve Zağros dağlarında yani bugünkü Kürdistan denilen coğrafyanın tarihte denen coğrafyanın, o dağın eteklerinde dünyanın ilk yerleşim yerleri bulunmuştur. Şehir halinde yani. İlk köy nüveleri. Kanalizasyonu olan, pazarı ve ambarı olan, tohum ambarı olan evler. Henüz o evlerin yaşandığı, ikiz katlı büyük evler, ambarları olan, suların saklandığı, fırının olduğu. İnsanlığın bilmediği bir durum var. Ben bunu burada ilk defa açıklıyorum. Kitabımda da yazdım. İnsanlığın yanlış bildiği bir konu var. Zannedildiği gibi önce tarım devrimi, sonra sanayi devrimi olmuş değil. Yani MÖ 7 binli yıllarda tarım devrimi oldu. İnsanlar tohumu gördüler ve onu ektiler, biçtiler tarım devrimi oldu. Sümerlerde başlamak üzere, bu devrim sonucunda insanlık, hayvanları ıslah etti ve evcilleştirdi. Tohumları da üretmeyi bilerek ve saklayarak buğdayı ürettiler. Bugünkü buğdayı buldular, mısır koçanını bugünkü hale getirdiler. Böyle bir tarımsal süreç başladı. Sonra o işlenme ile sanayi devrimi oluştu denir, hatta sanayi devrimini de insanlık 17-18. yüzyıla getirir. Tam tersine, insanlar buğday ekip biçmeyi bilmeden önce doğada hazır bulunan kara ve akbuğdayları kalça kemiği ya da taşlardan yaptıkları malzemelerle o buğdayları kesip kesip bir taşın üstünde başka bir taşla karıncaları da karıştırarak, protein bakımından zenginleştirerek karınca ile buğdayı öğüterek ve ona suyu ilave ederek ve bunu ateşte fırında pişirerek ekmek yapıyorlardı. Yani ekmeğin tarihi buğdayın ıslahından öncedir. Yani bu demektir ki önce sanayi devrimi olmuştur. Bu taş öğütmeye ilk değirmen diyebiliriz. Öğütme, işleme ve ekmek işinin hepsinden önceydi. Suyun bastığı yerde buğdayın bittiğini görünce tohumunu üretmeyi öğrendiler. Toprağı işleyip, içine buğday tohumunu saklamayı, oradan buğdayı, arpayı ve diğer tarla bitkilerini üretmeyi öğrendiler. Ondan sonra evcil hayvanlardan, onların etlerinden ve sütlerinden yararlanmayı öğrendiler diye bir süreç var ama bugün araştırmalar şunu gösteriyor. Orta Asya'da özellikle büyük iklim değişiklikleri olduğu için Aral gibi iç denizler kuruduğu için, büyük iklim değişiklikleri olduğu ve o büyük göçler dediğimiz olaylardan geriye kalanlar kumullarla kaplı olabilir oradaki o medeniyet ve şehirler. Alper Tunga'nın sarayının altın musluklarının birinden şarap, birinden de kımız süt akardı. bu durum bereketli iklimlere bir işarettir. Alper Tunga, tarım devriminden çok çok sonra, atın evcilleşmesinden, hayvanların evcilleşmesinden çok sonraki medeniyet ve şehirleri kurmuş bir hakandır. Demek ki MÖ 10 bin 11 bin yıla dayanan bir tarımsal devrimden bahsedebiliriz. Hayvancılık ağırlıklı olmak üzere. Yani veterinerlik ve büyük hayvan sürülerini bekleyen mera tekniği başta olmak üzere böyle bir geleneğin olduğunu söyleyebiliriz.
Kadim olan bu gelenek bugün çağdaş tarımda da diğer bitkisel üretim faaliyetlerinden daha endüstriyel bir faaliyettir. Et işlemeciliği, hayvancılık, mera işletmeciliği, bitkisel üretimden, bahçecilikten ve tarla ziraatından hepsinden daha önem arz etmiştir ki, Türklerde bu Ortadoğu ve Mısır'daki buğday ziraatından çok daha fazla önem arz ettiğini göstermektedir. Bu büyük iklim değişikliğinin yarattığı göçün de eseri olabilir. Bu Orta Asya'daki hayvancılık becerisi, kültürü Osmanlı'nın kanunnamelerine de yansımıştır. Osmanlı'nın sistemi 4 temel esasa dayanır; Kur'an, hadis, İcma-i Ümmet, Kıyas-ı Vukua. Buralarda bulmadığını nerede bulmuş, kadim yasalarda. Yani Cengiz yasalarda. Cengiz Han'ın yasalarında ve Hamurabi kanunlarında. Kadim yasalarda yararlı olanı bulmuşsa kullanmış.
Bir örnekle açıklayabilir misiniz bu uygulamayı?
Mesela, Mera Kanunu böyle bir şeydir. Osmanlı'daki mera ile ilgili hükümler ne diyor; eğer ordu savaşacaksa, buğday lazım. Buğday tohumuna bütün kadim toplumlarda olduğu gibi Osmanlı'da da çok önem verilmiştir. Doğuda da batıda da bütün devletler asker devleti olduğu için istilacı ve savunmacı devletler olduğu için bu askerin ekmek yemesi lazım, ekmek esastır. O yüzden bunların mutlaka tohumculuğa önem vermesi lazım. Onları korumaya alması lazım. O yüzden de hayvanın beslendiği meralarda otun olması lazım, ota önem vermişler. Buğdaya da önem vermiştir fakat buğday tarlasını bahçe yapan bir kişi suçludur. Bir tarlayı bahçe yapmak yasaktır. Ama yapmışsa ve 10 sene hüküm sürmüşse sadece vergisini arttırarak bunu bağışlamıştır. Fakat merayı mera hususiyetini bozup şenlendirse, saray bile yapsa mera yasası şöyle der: Mera kadimden beri meradır. "Kim meraya bir şey yaptıysa o üstündeki yıkıla." Hatta padişah efendimiz fermanında bununla da yetinmez, "onun ahretteki evi de tarumar edile" der. Özellikle meralara ve su havzalarına konut yapanlar böyle yargılanır. Hem bu dünyada hem de öte dünyada.
Çevreyi, tarımı, sulak havzaları su ve toprak bütünlüğünü unuttuk ve tohumu da unuttuk bunun önemini unuttuk o yüzden yeniden suyun, toprağın tarımın ve başta tohumun entelektüel bir çıkışa bir sanatsal edebi, şairane veya fikri uyanışına ihtiyaç var.
Elbette ki tohum tescili tohum ıslahı tohumculukla ilgili Türkiye bugün 20 yıl öncesinin 30 yıl öncesinin Türkiye’si değil çok başarılı ıslah çalışmaları var. Meslektaşlarımın araştırma enstitülerinde yapılan ve tohumda artık evrensel olmak gerektiği dünyanın neresinde tohum varsa onla yarışmamız gerektiği, rekabet etmemiz onu alıp kendi içimizde de ıslah etmemiz veya kendi yerli gen kaynaklarımızı geliştirmemiz tohumculuğumuzun geliştirmemiz gerektiği bilinç olarak da faaliyet olarak da geliştiği ve sahada sonuçları da aldı. Ben tarım tarihimize baktığımızda ben burada yazdım. Bahri Dağdaş mesela önemli bir tarım bakanıdır. Peki neden önemlidir iki yönden önemlidir büyük tarım bakanı bir Meksika buğdayını getirip buğdayımızı ıslah etmiştir elinde Meksika buğdayı resmi ile hatırlarız. Bir de 1970’li yıllarda bakanlık yaptı 1967 yılında yaptığı çalışmada Tarım Projeksiyonu yazdırdı. Entelektüel olarak ilk çıkış. Tarım Projeksiyonu ne demek? 2000’li yıllarda Türkiye’nin tarımı ne olacak? Bugün burada hayal edilen yani 2000 yıllında Tarım Projeksiyonunda yazılan hedeflerin hepsine geçildi. 1967 de hayal olarak gördüğümüz rakamların hepsinin üzerine çıkıldı.
O yüzden bu çerçevede yeni bir projeksiyona tabi bir 2023 projeksiyonuna ihtiyaç var. Yeni bir projeksiyon hazırlanmalıdır. Tohumculuğumuzun da nereye gideceği noktasında da su ve toprak kaynaklarımızın diğer yönetim alanlarımız ve tarımsal işlememizin. Biz eğer tarımda Avrupa ile yarışmamız gerekiyorsak Avrupa Ekonomik Topluluğunda olduğu gibi tarımsal hammadde üretimimizin işleme kapasitesini arttırmalıyız. Avrupa’da hammaddenin işlenme oranı yüzde yetmişin üzerindedir hemen hemen her üründe bizde ne yazık ki yüzde beşlerde hatta yüzde birlerde işleme oranı olan hammaddemiz var. Bazı ürünler yüzde ellinin üzerinde işlense de ortalamada yüzde elliyi tutturamıyoruz yüzde on beşleri bile tutturamıyoruz. Tarımsal ürünleri işleme oranı yüzde on beşlerde değil yani bu vahim bir rakamdır.
Tarımsal ürünlerin işleme oranı eğer yüzde ellilerin üzerine çıkarsa Avrupa birliğinden daha büyük bir katma değer sistemine sahip olur. Örgütsel olarak da Avrupa Birliğindeki gibi sektörel bütünlüğümüz olursa yani şunu temel almalıyız bir sanayinin organizasyonu Avrupa bütün yasalarında bunu öngörür iki tarımın organizasyonu üç tarım ve sanayinin birlikte pazarın organizasyonu dolayısıyla sanayi örgütlenecek tarım örgütlenecek ondan sonra bunlar ikisi birden pazarı örgütleyecek yani süte bin lira veriyorsanız Avrupa Birliğinde örnek veriyorum bunu doğrudan doğruya sanayicinin üzerinden veriyor sanayiciyi destekliyor o sanayici de hammaddeyi alırken bin beş yüzden alıyor yani destekleme doğrudan sanayi ve tarımı bütünleştirici bir şekilde yani buna ürün yardım sistemi diyorlar. Bu ürün yardım sistemi hakkında hem sanayici hem de tarım kuruluşları, çiftçi hep beraber pazarda bir bütün oluşturuyor. Dolayısıyla hiç kimse kimseyi yıkmıyor birden var oluyor. Bizde bugün maalesef tarımdaki örgütlenmesi Tohumcular Birliğimiz var fakat diğer alanlarda da bütün birlikler halinde sivil toplum örgütlenmesi lazım ama üçüncü bir sektör olarak tamamının tarım konfigürasyonu halinde geleceği kuşatması ve TÜSİAD gibi Odalar Birliği gibi sesi olan gücü olan bir organizasyon teşekkül ettirmeden rekabet şansları olmaz sanayisi de büyümez.
Tohumcular Birliğinin bu konuda önemini biraz anlatır mısınız?
Şimdi Tohumcular Birliği çağdaş ve de zaten geç kurulmasının bir avantajını taşıyor. Tohum sektöründeki başarılı hem hammadde bölümündeki hem ıslah bölümündeki hem de sanayi bölümündeki müşteriyi bir araya getirdi ve dolayısıyla buradaki sivil toplumun güçlenmesi bilakis sektörde bulunanlar doğrudan katkıda bulunduğu için daha ürün piyasaya sevk olmadan katkıda bulunduğu için güçlü bir birlik olarak sivil toplumdaki yerlerini aldı. Fakat hayat bir bütündür, tarımda bir bütündür, sudan, fidandan, tohumdan, tarladan, pazardan, marketteki raftan ve tüketici haklarından, gıda sektöründen ayrı değildir.
Tarladan, bahçeden, meradan marketteki rafa kadar hatta tüketicinin ağız tadının farklılığına kadar, reklamına kadar sosyolojik ve psikolojik sosyo-iletişimsel birçok araştırmalardan tutun doğrudan doğruya ziraat mühendisliği, veteriner hekimliği, çiftçilik ve pazarlama yani yeryüzündeki bütün mesleklerin işbirliği ile oluşan ve bütün sektörlerin buluşması sektörel bütünlüğün olması gereken bir alan var dolayısıyla bunun sivil toplum organizasyonu da Avrupa Birliğine uyum içinde şarttır. Avrupa Birliğinde tarımın organizasyonu, sanayinin organizasyonu üçüncü aşamada ikisinin birlikte pazarın organizasyonu.
Türkiye’de sanayinin organizasyonu var ama tarımın organizasyonu çatal, eksik, aksak dolayısıyla güçlü bir ekonomi meydana getirmek istiyorsak hükümet de buna destek olmalıdır ve AB uyumu açısından da bu üçlü süreç yaşanmalıdır.
Sanayici tarımı ezerek hammaddeyi daha ucuza kapatarak kendini büyütemez. Sanayici hammaddeyi destekleyerek ama hammaddenin de sanayi tipini geliştirerek kendi arzuladığı ürünleri işlemeyi kolay ürünleri meydana getirerek, onların yayımını yaparak, onların avansını vererek, alet edevatını vererek yayıncılığını yaparak ziraat mühendislerini bu alanda çalıştırarak hizmet verebilir. Yani onları sömürerek bir yere varamayacağını bilmelidir. Dolayısıyla böyle bir uyum hem AB’ye bir uyumdur hem de kendi içimizde yapmamız gereken bir elzem olan bir durumdur.
Sizin bu bahsettiğiniz Tarım Bakanlığı bünyesindeki çalışmalar vs., Tohumcular Birliğinin varlığı, TÜSİAD ve diğer sivil toplum örgütlerinin desteğiyle özellikle tarımsal alanda bizim için daha yeni olan tohum alanında yapılan çalışmalar ve altyapı çalışmaları sizin gözünüzde nasıl bir umut vaat ediyor?
Çok çalışma var ama bazen bir tarafın çok çalışması eşit kaplar misali bir dengeyi bozabiliyor. O yüzden sektörel bir bütünlük içinde bütün hepsinin yükseltileceği bir alanı bulmamız lazım. Tohum yükselirken tarla ölmemelidir. Tohum yükselirken çiftçi perişan olmamalıdır. Tohum sanayicileri büyürken tohumu kullanan üretici perişan olmamalıdır, aç susuz topraksız kalmamalıdır. Dolayısıyla sosyal politikalar, üretim politikası ve hammadde ile ilgili destek politikaları bunda da bütüncül bir yapı olmalıdır. Bu bilinç vardır bu bilgi de vardır. Bu bilginin bilincin sektördekilerle de paylaşılmalıdır. Yani sanayiciler, hükümet yetkilileri, sivil toplum ve de araştırma enstitüleriyle de diğer entelektüel çabalar yani bu bahsettiğimiz birlik gücünün birlikte teşekkülü lazımdır.
Son olarak hocam dışa bağımlılık diye bir kavramdan bahsediliyor bu bir şehir efsanesi mi yoksa gerçekliği varsa bundan nasıl kurtuluruz?
Şüphesiz yani bugün bir kilo tohum bir kilo salatalık tohumu bir milyona iki milyona çok özellikli ürünlerde hatta üç milyona beş milyona satıldığı oluyor dolayısıyla bazı tohumlar mesela kendi iklim şartlarınıza toprak şartlarınıza uymayınca yeni hastalıklar türeyebiliyor. Dolayısıyla Ar-Ge faaliyetleri tohum ithalatçıları ve tohum üreticileri sanayicileri bakımından ben ayırt etmiyorum evrensel yaklaşıyorum çünkü biz ürettiğimiz tohumdan o ithal ettiğimiz ülkelere satabilmeliyiz satacağız zaten dolayısıyla sadece sınırları kapayarak tohum ithalatına karşı olmak dışa bağımlılık veya ithalatçıların hizmetine girmek gibi tehditler şehir efsanesi olmaktan kurtulur. Yani sözde şehir efsanesi olarak kalır.
Böyle bir şüyu vukuundan beterdir diye bir laf var eğer bir dedikodu tartışma varsa bunun üstüne gidilmesi gerekir meselinin hallolması gerekir. Yani biz AB’ye girersek sömürüleceğiz bu da bir şehir efsanesi değil mi? Belki tam tersi olacak biz orayı sömüreceğiz. Oranın en büyük ülkesi, nüfusu olacağız ve de potansiyeli daha fazla kullanacağız. O yüzden ben mesela ondan korkmadığım gibi bu meseleden de korkmuyorum. Ama bu bir bilgi meselesidir. Eğer siz kafanızı kuma sokarsanız size tekme atan olur kimin vurduğunu göremezsiniz. O yüzden yüz yüze bakabilmeliyiz. Size bu ürünü satacak yerlerle yüz yüze tartışabilmeniz lazım açığını gediğini onlarında bulmanız lazım onlar sizi buluyorsa sizde onlarınkini bulmanız lazım. Bu pazardır adam kazıklıyorsa kazık atmaya devam eder. Onlarla yarışırsan rekabete girersen ona karşı tohum üretirsin ve onların pazarına girmek istersin ben bu şekilde düşünüyorum dolayısıyla mesela tohum ithal etseniz de onun sakıncalarını patateste öyle bir şey yaşandı buna benzer ıslah çalışmaları veya hastalıklarla ilgili çalışmaları enstitülerin yapması lazım. Özellikle Tarım Bakanlığı enstitüleri üniversitelerin bile ulaşamayacağı seviyede araştırmalar yapmaktadırlar. Keşke üniversitelerimiz bir Tarım Bakanlığının araştırma enstitüleri kadar iyi yayın ve araştırma yapabilse buradan açıkça söylüyorum. Ben araştırma yaptım fakültelerimizin yayınladığı yayın araştırma sonuçlarıyla bakanlığımızın araştırma enstitülerindeki yayınlarla mukayese ettiğimiz zaman iki misli olduğunu görüyoruz.
Yani bakanlık oransal olarak yüzde yedi civarında ama üniversiteler onunda yarısı o bakımdan yapılan araştırmaların yayınlanması ve hayata geçmesi bakımından Tarım Bakanlığı ile üniversitelerin işbirliğinin sektöründe iş birliğinin şart olduğunu düşünüyorum.
Size de yayın hayatınızda başarılar diliyorum.
Bir anti parantez açabilir miyiz? Hocam tohum üzerinde oynanarak insan genine müdahale edilebiliyor mu?
Evet bir de GDO’lu ürünler ilgili tartışmalar var. Yani genetiği değiştirilmiş organizmaların bu konuda yapılan araştırmaların aynı iklim değişikliklerindeki gibi felaket senaryolarının barındırdığını ileri sürenler var. Bu mümkündür ve insanında genetiği ile oynanabileceği mümkün olduğu kanıtlanmıştır. Bu ne kadar tarımsal ürünlere yansımaktadır bu konuda da bazı gazetecilerin uydurmalarına da aldanmamak lazım. Bir ara Türkiye’de biliyorsunuz 2011 yılında bunla ilgili spekülasyonlar yapıldı ama mesela genetiği mesela genetiği değiştirilmemiş hiç oynanmamış domates gibi bizim yerli üretimimiz sürekli gösterilerek halkın bu yerli üretime olan kuşkusu manipüle edildi. Yani insanlar meyve ve sebze yerken korkar hale geldi çok spesifik ürünler örneğin mısır gibi soya gibi ürünler söz konusu iken bizim elmamız, domatesimiz, eğrimiz, karpuzumuz rahatlıkla yenilebilir.
www.turktobhaber.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder